Türkiye'de Yaşam

Türkçe’nin Geçmişi Hakkında Bilinmesi Gerekenler

Türk dilleri, Avrupa ve Asya’da geniş bir coğrafi alan üzerinde Azeri, Türkmen, Tartar, Özbek, Başkurt, Nogay, Kırgız, Kazak, Yakut, Çuvaş gibi farklı halklar tarafından birçok lehçelerde konuşulmaktadır. Türkçe, Ural-Altay ailesinin Altay koluna aittir ve bu nedenle Moğol, Mançu-Tunguz, Korece ve belki de Japonca ile akraba dillerdir. Bazı araştırmacılar bu benzerliklerin temel değil, alıntılar sonucu olduğunu ileri sürmüştür ancak son yıllarda yapılan karşılaştırmalı Altayistik çalışmaları, listelediğimiz dillerin hepsinin ortak bir Ur-Altay ailesine ait olduğunu göstermektedir.

Türkçenin geçmişi 5500-8500 yıl öncesine dayanmaktadır. Fonetik, morfolojik ve sözdizimsel bir yapıya sahiptir ve aynı zamanda zengin bir kelime bilgisine sahiptir. Ural-Altay dillerini Hint-Avrupalılardan ayıran temel özellikler şunlardır:

  • Ünlü uyumu, tüm Ural-Altay dillerinin bir özelliği.
  • Cinsiyetin olmaması.
  • Bitişme.
  • Sıfatlar isimlerden önce gelir.
  • Fiiller cümlenin sonunda gelir.

Yazılı Türkçe

En eski yazılı kayıtlar, günümüz Moğolistan sınırları içinde, Orta Asya, Orhon, Yenisey ve Talas bölgelerinde taş anıtlar üzerinde bulunur. Bunlar, Bilge Kağan (735), Kültigin (732) ve vezir Tonyukuk(724-726) için yapıldı. Bu anıtlar, Göktürk Hanedanlığının sosyal ve politik yaşamını belgeliyor. Göktürk devletinin yıkılmasından sonra Uygurlar, Türk dili için birçok yazılı metin bıraktı. Uygular, Şamanizmi terk etmiş, Budizm, Manihaizm ve brahmanize geçerek dindar ve felsefi eserleri Türkçeye çevirmişlerdir. Sekiz Yükmek, AltunYaruk gibi…Göktürk yazıtları ve Uygur yazıları âlimler tarafından eski Türkçe olarak adlandırılmışlardır. Bu terim, Moğolistan ve Tarım havzasının bozkırlarında, İslamiyet’e geçmeden önce konuşulan Türkçeyi ifade eder.

Moğolistan’da, Orhun Nehri yakınında, 732-735 tarihli Göktürk Hanları tarafından yaptırılan bir Göktürk Yazıtı örneği. Örnek açıklama (Bilge Han’dan): “O (Gök Tanrısı veya” Gök Tanrı “) beni Türk isminin sonsuza dek yaşayacağı bir şekilde tahta oturdu.”

Anadolu ve Balkanlarda yaşayan Türkler Selçuklu ve Osmanlılar döneminde, 13. yüzyıldan önce çeşitli edebi eserlerde belgelenmiştir. Dönemin eserlerinde, özellikle Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin oğlu Sultan Veled, Ahmed Fakih, Seyyad Hamza, zamanın önde gelen düşünürlerinden Yunus Emre ve ünlü şair Gülşehri’nin eserlerinde. Bu Türkçe, Batı Türk dil ailesinin güneybatı lehçelerine ve ayrıca Oğuz Türkmen dil grubunun lehçelerine giren bir lehçeye sahiptir. Türkiye’de konuşulan Türkçe tarihi bağlamda değerlendirildiğinde, üç ayrı döneme göre sınıflandırılabilir:

  • Eski Anadolu Türkçesi (13. ve 15. yüzyıllar arasında)
  • Osmanlıca (16. ile 19. yüzyıllar arasında)
  • yüzyıl Türkçesi

13 ve 15. yüzyılda Türkçe, Arapça ve Farsçanın etkisinde kalmıştır. Arapların Türkçeyi öğrenmelerine yardımcı olmak üzere Kaşgarlı Mahmut tarafından yazılan sözlük “Divanü-Lügati’t-Türk” (1072), Arapça yazılmıştır. Edip Ahmet Yükneki, “Atabetü’l-Hakayık” adlı kitabını Doğu Türkçesiyle yazdı, ancak başlığı Arapçaydı. Tüm bunlar, yeni din ve kültürün Türkler ve Türk dili üzerindeki güçlü etkisinin göstergesidir. İslam’ın ağır etkisine rağmen, Anadolu Türkçesiyle yazılmış metinlerde yabancı kökenli kelimelerin sayısı azdır. Bunun en önemli nedeni, söz konusu dönemde diğer kültürlerin etkilerini en aza indirecek etkili önlemler alınmasıdır. Mesela, Karahanlılar döneminde Türkçenin Arapça ve Farsça dillerine karşı önemli bir direnişi olmuştur. Müslüman Türklerin ilk şaheseri, Yusuf Has Hacip’in “Kutadgu Bilig” i eseridir.Ali ŞirNevai Çağatay Türkçesi ile yazdığı ” Muhakemetül-Lugateyn” eserinde Türkçe’nin Farsça ve Arapçadan üstün olduğunu yazmıştır.

Anadolu Selçuklu ve Karamanoğulları döneminde, Türkçenin resmi dil olarak kabul edilmesine ve Türkçe sözlüğün “DiviniTurki” nin (1277) Sultan Veled tarafından yayınlanmasına yönelik çalışmalar yapılmıştır. Osmanlı Devleti’nin ortaya çıkmasından sonra, Sultan Orhan, Devletin ilk resmi belgesini, “Mülkname” i Türkçe olarak ilan etti. 14. yüzyılda, Ahmedi ve Kaygusuz Abdal, 15. yüzyılda Süleyman Çelebi ve Hacı Bayram ve 16. yüzyılda Sultan Abdal ve Köroğlu, zamanın önde gelen şairleri olup, Türkçenin edebi kullanımına öncülük etmişlerdir. 1530’da Bergama’dan Kadri Efendi, Türkçe dilbilgisi olan “Müyessiretül-Ulum” un ilk çalışmasını yayınladı.

Yazı dilinin bu dönemdeki evriminde göze çarpan özellik, yabancı kökenli terminolojinin yerlilere eşlik etmesiydi. Ayrıca, 14. ve 15. yüzyıllarda, özellikle tıp, botanik, astronomi, matematik ve İslami çalışma alanlarında çeviriler yapılmıştır. Bilimsel araştırmalarda hem yazılı hem de yerel Türkçeden yararlanmıştır, ancak bilimsel terimler genellikle yabancı kökenli, özellikle Arapçaydı.

Türkçenin 16. Yüzyıldan İtibaren Gelişimi

16.yüzyılda yazılı metinlere daha çok yabancı terimler hâkim olmuş ve bazı Türkçe kelimeler de yazı dilinden tamamen kaybolmuştur. Edebiyat alanında, yüksek kalitede sanat eseri yaratma tutkusu, elit yöneticilerin, yüksek oranda Arapça ve Farsça kelime kullanması yabancı kelimelerin Türkçeye hâkim olmasına neden oldu. Bu kraliyet edebiyatının bu eğiliminin sonunda halk edebiyatı üzerinde etkisi oldu ve halk şairleri de çok sayıda yabancı kelime ve kelime öbeği kullandı. Arapça ve Farsçanın bilim ve edebiyatta yaygın kullanımı yalnızca saray ve çevresindeki konuşulan dili etkilemekle kalmadı, aynı zamanda zaman geçtikçe, Osmanlı elit topluluğunu yabancı unsurlara yoğun bir şekilde bağlı olan bir saray dili biçimini benimsemeye ve kullanmaya ikna etti. Sonuç olarak iki farklı dil ortaya çıktı. Bunlardan biri yabancı unsurların egemen olduğu, ikincisi ise halk tarafından kullanılan konuşulan Türkçe oldu.

19.yüzyılın ortalarında Tanzimat Döneminde dilsel konulara yeni yaklaşımlar getirildi. Doğu kültürünün etkisinde olan Türk topluluğu, Batı’nın kültürel ortamına maruz kaldı. Sonuç olarak, Batı’daki reform ve milliyetçiliğin sonucu gibi ideolojik gelişmeler Türk topluluğunu etkilemeye başladı ve böylece ülkenin kültürel ve ideolojik yaşamında önemli değişiklikler meydana geldi.

Türk dilinin en önemli sorunu olan yabancı kelimeleri,Türkçeden çıkarmak için çalışmalar başladı. Reformasyon yıllarında, gazete, dergi ve süreli yayın sayısı artmış ve buna bağlı olarak dili temizleme ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Çeşitli gazetelerde yer alan Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa, Ahmet Mithat Efendi ve Şemsettin Sami’nin yazdıkları, sadeleştirme konusunu ele aldı. Ziya Gökalp gibi bilginler tarafından dilin “Türkleştirilmesine” yönelik çabalar 20. yüzyılın başında daha da yoğunlaştı. Ayrıca, 1839’un reform döneminde vurgu, kuramsal dilbilim üzerine, ikinci anayasa döneminde ise yeni eğilimin uygulanması ve kullanımı üzerinde duruldu. Sonuç olarak, yeni dilbilimciler “Genç Kalemler” dergisinde (Genç Yazarlar) saflaştırılmış dilin başarılı örneklerini yayınladılar.

Cumhuriyet Dönemi ve Dil Reformu

Cumhuriyetin 1923’te ilan edilmesi ve 1923-1928 döneminde ulusal uyum sürecinden sonra, yeni bir alfabe benimseme konusu büyük önem kazanmıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk harf sistemine uyarlanmış Latin alfabesi vardı ve çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmak için batı kültüründen faydalanmak gerektiğine inanıyordu. 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin oluşturulması, dilin yenilenmesi çabalarında bir dönüm noktası oldu. Sosyal çalışmalar ile kurumun adı değiştirilerek Türk dil Kurumu oldu ve Dilbilim araştırmalarında keşfedilen esas Türkçe kelimelerin tekrar kullanılmasına odaklanıldı ve verimli sonuçlar alındı.

Halen, 1982 Anayasası’nın ilgili hükmüne uygun olarak, Türk Dil Kurumu, Atatürk Yüksek Kültür, Dil ve Tarih Kurumu’nun örgütsel çerçevesi içinde çalışmaya devam etmektedir. Son 50-60 yıldaki gelişmelerin asıl sonucu, 1932’den önce esas Türkçe kelimelerin yazılı metinlerde kullanılması yüzde 35-40 iken, bu rakam son yıllarda yüzde 75-80’e yükselmiştir. Bu, Atatürk’ün dil devriminin halkın tam desteğini kazandığının somut bir kanıtıdır.

Av. Batın Yılmaz

Potansiyel bir iş sözleşmesini yansıtan yukarıdaki şartlar yalnızca ek tartışmalar için bir temel olarak sunulmuştur ve yasal olarak bağlayıcı bir yükümlülüğü yoktur. Tüm tarafların dahil olduğu bir sözleşme son haliyle yazılı olarak yapılmadıkça yasal olarak bağlayıcı hiçbir yükümlülük oluşmayacak, olduğu ima edilmeyecek ya da olduğu sonucuna varılmayacaktır.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu