Türkiye'de Yaşam

Geleneksel Türk Efsaneleri

Albat Dağı Ejderhası

 

albat Dağı ejderhası

 

Eteğinde Ortanca Çeşme’nin bulunduğu Albat Dağı’ndan, bir ejderha çıkmış. Çeşmeye kimsenin yaklaşmasına izin vermeyerek insanları susuz bırakmış.

Halkın çaresizliğini gören şehrin beyi, eline iki tarafı da keskin bir kılıç alarak ejderhayı öldürmeye gitmiş. Şehrin beyi iki eliyle kılıcını kaldırmış ve tam ejderhaya sallayacakken ejderha burnundan alevler saçarak ve derin bir nefes alarak şehrin beyini içine çekip yutmuş. Sonra, şehrin beyi elinde tuttuğu iki tarafı keskin kılıcı ejderhanın içinde çevirmiş ağzından kuyruğuna kadar ikiye bölerek öldürmüş.

Şehrin beyi evine döndüğünde, bahçesindeki havuzuna süt doldurup soyunarak içine girmiş. Havuzdaki süt ejderhadan bulaşan zehir yüzünden hemencecik kesilip çökelek halini almış. Bey, artık süt kesilmeyinceye kadar süt banyosuna devam etmiş ve böylece ejderhanın ölümcül zehrinden kurtulmuş.

Suzan (Suzi) ve Kırk Azizler Dağı

 

Suzan (Suzi) ve Kırk Azizler Dağı

 

Diyarbakır’ın güneybatısında Dicle nehrinin kıyısında Kırk Azizler Dağıvardır. Bu dağın arkası Kırk azizlerin hac yeridir. Çocuğu olmayanlar buraya dilek tutmaya gelirler.

Zengin bir Süryani ailesinin hiç çocuğu olmamış. Kadın bir dilek tutmaya gelmiş ve dileğinin gerçekleşmesi halinde bir adakta bulunmaya yemin etmiş. Sonra bir kızdoğurmuş.Adına Suzan (Suzi) konulmuş. Her yıl doğum gününde, annesi onu giydirip süsler ve Kırk Azizler Dağı’na götürerek bir hayvan kurban edermiş.

Suzan çok güzel bir kız olarak büyümüş. Müslüman komşularının oğlu Adil ile birbirlerine âşık olmuşlar. Başka bir doğum gününde, annesi bir hayvanı kurban etmek için Suzan’ı hizmetkârlarıyla birlikte Kırk Azizler Dağı’na göndermiş. Adil onları gizlice arkalarından takip etmiş. Hizmetçilerin kurban kesme heyecanı sırasında bu durumdan yararlanarak Suzi ve Adil dağın arkasından dolaşarakbuluşmuşlar. Kırk Azizler bu davranışından dolayı Suzi’yi affetmemiş ve onu lanetlemiş. Suzi, On Göz Köprüsü’nden Dicle Nehri’ne düşmüş ve orada boğularak can vermiş. Suzi’nin ölümünden sonra Adil de aklını kaybetmiş.

Bu efsane üzerine daha sonra bir türkü söylenmiş.

Suzan – Suzi Türküsü

Kırklar Dağı’nın yüzü

Karanlık sardı düzü

Ben öleydim

Suzan-Suzi Ziyaret çarptı bizi

Köprü altı kapkara

Anne gel beni ara

Saçlarım kumlara batmış

Tarak getir de tara

Köprünün orta gözü

Sular apardı düzü

Ben öleydim

Suzan-Suzi Dicle ayırdı bizi

Şah-ı Meran (Şahmeran) 

 

Şah-ı Meran (Şahmeran) 

 

Akdeniz Bölgesi’nin Tarsus ilinde yaşayan yılanlara Meran adı verilirdi. Barış içinde yaşayan bu yılanlar akıllı aynı zamanda şefkatliydi ve kraliçelerine Şahmeran denirdi. Şahmeran’ın vücudunun üst kısmı güzeller güzeli bir kadın, vücudunun alt kısmıysa yılan şeklindeydi. Onu gören ilk insan Cemşab, odun satan fakir bir ailenin oğluydu. Cemşab, arkadaşları ile bir mağaradan bal çıkarmak ister ancak arkadaşları daha çok bal alabilmek için Cemşab’ı mağarada bırakırlar. Cemşab, mağarada ışık sızan bir delik fark edince bıçağı ile bu deliği genişletir ve çok güzel bir bahçe görür. Bu bahçede eşsiz çiçekler, bir havuz ve birçok yılan vardır. Yıllarca burada yaşayan Cemşab, Şahmeran’ın güvenini kazanır ancak ailesini özler ve Şahmeran yerini kimseye söylememesi şartıyla onun gitmesine izin vereceğini söyler.

Cemşab Şahmeran’ın yerini padişah hastalanıncaya kadar kimseye söylemez. Vezir, padişahın iyileşmesi için Şahmeran’ın etini yemesi gerektiğini söyleyince Cemşab Şahmeran’ın yerini gösterir ve Cemşab’ın aslında üzgün olduğunu gören Şahmeran onu kaynatıp suyunu vezire içirmesini, etini de padişaha yedirmesini söyler. Vezir ölür, iyileşen padişah ise Cemşab’ı veziri yapar. Efsaneye göre, Şahmeran’ın öldürüldüğünü bilmeyen yılanların bunu öğrendiğinde Tarsus’u istila edeceği rivayet edilir.

Bir söylentiye göre Şahmeran’dan tıp bilimi ile ilgili birçok bilgi edinen Cemşab aslında Lokman Hekim’dir.

Kız Kulesi (Battal Gazi)

 

Kız Kulesi (Battal Gazi)

 

Battal Gazi askerleri ile birlikte İstanbul’u kuşatmaya gelir. Bu kuşatmadan bir sonuç alamayan Battal Gazi, Kızkulesi’nin önündeki kıyıya karargahını kurar ve burada yedi sene kalır. Anlatılan hikayeye göre Battal Gazi’nin yedi yıl Üsküdar kıyılarında kalmasının asıl nedeni, Üsküdar Tekfuru’nun kızına aşık olmasıdır.
Üsküdar Tekfuru, Battal Gazi’nin korkusuyla kızını ve hazinelerini Kızkulesi’ne kapatır. O sırada Şam seferinde olan Battal Gazi, sefer dönüşünde kayık ile kuleye gelerek Üsküdar Tekfuru’nun kızını ve hazinelerini alarak, Üsküdar’a geri gelir. Üsküdar’dan atına atlayarak oradan uzaklaşır.

Sıkça kullanılan “atı alan Üsküdar’ı geçti” sözü bu hikayeden gelir.

Yabangülü (Ege’de Bir Çingene Efsanesi)

 

Yabangülü (Ege’de Bir Çingene Efsanesi)

 

Ege kıyılarında dünya çingenelerinin başı olan, bir büyük çeri yaşardı. Bu çerinin aşiretinde adı dillere destan olan bir kız vardı. Bütün çingene kızları gibi sıradan bir güzelliği olmasına rağmen, çok güzel sesiyle öyle danslar ederdi ki, ünü bütün dünyaya yayılmıştı.

Yaşlı çeribaşı bu kızın cilve, işve ve danslarına kapıldığından her akşam Ege sahillerinde yaz eğlenceleri düzenlerdi. Bu eğlencelerde tahta fıçılarla, at arabaları dolusu şaraplar gelir, dünya çerileri arasından seçilmiş en iyi kemancılar, zurnacılar ve darbukacılar sahilde toplanırdı. Çok geniş dev halkalar oluşturulur, ortada çam odunlarından bir büyük ateş yakılırdı. Kuzular çevrilir, toprak testilerle şaraplar fıçılardan alınır, herkese dağıtılırdı.

Herkes bir büyük merak içinde çingene kızının çıkmasını, ünlü büyülü danslarını yapmasını beklerdi. Sonunda güzel çingene kızı, saçlarına taktığı yaban gülü, parmaklarında zilleri, uzun eteği ve şuh edasıyla ortaya çıkardı. Bir anda bütün sesler kesilir, saz ekipleri en oynak parçaları çalmaya başlar, çingene kızı da kıvrak bedeniyle dans ederdi. Hızla döndükçe etekleri bir gül gibi açılır, güzel bacakları ay ışığında Venüs heykelleri gibi parlardı.

İri kahve gözleri, can yakan endamı, şen şakrak neşeli sesi, zillerinin şıngırtısı bütün sahilde yankılanırken, toprak şarap testileri dolar dolar boşalırdı. Çingene kızının nereden geldiğini, kim olduğunu, hatta adını bile bilen yoktu. Ancak ipek saçlarına taktığı yaban gülü her zaman yerinde dururdu. Onu ne yatarken, ne dansederken, ne de bir başka zamanda gülsüz gören olmamıştı. Bu nedenle çingene kızına herkes Yaban Gülüm dediğinden adı Yaban Gülüm olmuştu. Bu da yetmemiş, çerinin adı da Yaban Gülüm Çerisi olarak ünlenmişti.

Anadolunun içlerinde, Ege’nin karşı sahillerinde, hatta arap kıyılarında Yaban Gülüm’ün methini duymayan kalmamıştı. Uzak iklimlerden onu izlemeye gelenler çoğunluktaydı.

Yaşlı çeribaşı sonunda sevdalandığı bu kıvrak çingene kızıyla hiçbir şeye aldırmadan kırk gün, kırk gece sürecek bir düğünle evlenmeye karar verdi. Düğünün her gecesi Ege sahillerinde şölen düzenlendi.

Düğünün son gecesiydi. Eğlencede su gibi şarap aktı. Aşirette Yaban Gülüm’e aşık olanlar, çeribaşını kıskanmaktaydılar. Herkesin sarhoş olduğu bir anda, kir, pasak ve yama içindeki bir çingene genci, çeribaşına saldırarak, onu bıçakladı ve öldürdü. Akan kanlara dayanamayan Çingene kızı denize doğru yürümeye başladı, herkesin gözü önünde…

Çingene kızı suya batmıyor, su yüzeyinde yürüyüp gidiyordu. Yürüdü, yürüdü, uzaklaştı, bir nokta gibi kaldı mavilerde ve kaybolup gitti.

Efsaneye göre çingene kızı kendisini çok seven çeribaşının üzüntüsünden çirkinleşti o gece…

Sadece her dolunayda eski güzelliği, eski endamı, eski yakıcılığıyla Ege sahillerine çıkar, görünmez sazların eşliğinde çingene danslarını yapar, sonra da geldiği denize yürür, suların üzerinde, mavilerde kaybolur gider.

Bu yüzdendir ki, Ege sahillerinde yaban gülleri her dolunayda açar, ormanlardan çigan müziği sesleri gelir. Egenin sularında her günbatımındaysa, bir çirkin çingene kızının hayali belirir, ve bu hayal bulutlara vururdu…

Karacadağ

 

Karacadağ Efsanesi

 

Diyarbakır Beyi’nin çok güzel bir kızı varmış. Bey’in kızının güzelliği dillere de destan. Bey’in her işi yerli yerinde, merhameti bol, sevgisi çokmuş. Ancak o yörede bir dağ varmış. O dağda bir ejderha yaşarmış. Her yıl yüzlerce insanı yermiş ejderha. Bey ne kadar adam göndermişse de baş edememiş ejderha ile. Başına keselerce altın koymuş. Nice yiğit düşmüş peşine ejderhanın, ancak kimse ejderha ile baş edememiş. Bey’in bir oğlu varmış, yiğit mi yiğit. En sonunda o düşmüş ejderhanın peşine. Dağa gitmiş, bir daha dönmemiş. Bir süre sonrada ejderhanın delikanlıyı öldürdüğünü öğrenmişler. Bey günlerce yas tutmuş. Eh ölenle ölünmezmiş. Bir süre sonra yine şehirdeki işlerine dönmüş.

Bey’in yanında çalışan bir delikanlı varmış. Marangozluk işlerini yapan bu delikanlı işinin uzmanı, elleri hünerli imiş. Her gören onun ellerinin hünerine hayran kalır, yaptıkları aletleri eşyaları hayranlıkla izlermiş.

Delikanlı günün birinde konakta pencere yaparken Bey’in kızını görmüş. Kız sanki bir ay parçası. Yüzü hiç hüzün görmemiş. Yanakları al al, hep gülüyor. O günden sonra delikanlının gözü Bey’in kızından başka bir şey görmez olmuş. Ne yana dönmüşse Bey’in kızını görmüş. Ne iş yapmışsa Bey’in kızının aşkına yapmış. Her geçen gün içine kapanan biri olmuş delikanlı. Kimse ile görüşmez, kimse ile konuşmaz olmuş. Öyle ki annesi ile günlerce tek kelime konuşmamış.

Bir akşam annesi oğluna;

“Oğlum ne oldu sana böyle? Sen hep gülerdin, herkesle konuşur şakalaşırdın. Bu halin nedir?” diye sormuş.

“Hiç sorma ana…” demiş delikanlı. “Bana olanlar oldu.”

Annesi çok üsteleyince açıklamış delikanlı derdini.

“Canım oğlum” demiş kadın, “Çok zor bir dert seçmişsin. Anne olarak başka bir şey desen ne eder ne yapar sana getirirdim. Ama bu bey kızı. Ne ona ulaşacak kanadım var, ne de kolum o kadar uzun. Gel bu sevdadan vazgeç”. “Sen ne diyorsun ana. Bu sevdadan ancak beni ölüm vazgeçirir.” demiş. Ana oğul saatlerce konuşmuşlar. Delikanlı anasına o kadar yalvarmış ki… Kadın söyleyecek bir söz bulamamış. Oğluna çok acımış. “Anlaşıldı oğlum. Yarın gider Bey’den kızını isterim ama hiç ümidim yok. Bey bize kızını vermez.” demiş.

Ertesi gün gitmiş Bey’in kapısına. Bey bakmış ki fakir bir kadın. Meramını sormuş. Kadın sözünü dolandırmış, en sonunda; “Bey kızını oğluma istiyorum.” demiş. Bey annesinden oğlunu sorunca; “Sizin marangozunuz.” demiş. Bey kadını kırmak istememiş. Dahası marangoz delikanlıyı da çok severmiş. Onu da küstürmek istememiş.“Bak ana,” demiş. Bir süre soluklanmış. Birkaç kez ah çekmiş. Başını sallamış üzüntüsünü belli edercesine. “Benim de bir oğlum vardı. Hem de çok severdim onu. O benim her şeyimdi. Şehrimizin başına bela olan ejderhayı öldürmek için bir gün dağa gitti yanına da ata yadigârı olan kılıcı alıp götürdü. Günler sonra öldüğünü öğrendik. O günden beri yarım yaşıyorum. Oğlumun acısı hiç dinmedi. Eğer senin oğlun gider o ejderhayı öldürür ve o kılıcı alıp gelirse; o zaman kızımı ona veririm.” demiş.

Ana üzüntü içerisinde, eve gelmiş. Oğluna Bey’in dediklerini anlatmış. “Gel vazgeç bu sevdadan oğlum.” Demiş, içi yanarak.

Delikanlı ejderhayı öldürmek için hazırlık yapmaya başlamış. Keskin bir kılıç bulmuş, yanına bir gürz almış. Annesi ile helalleşip düşmüş yollara. Marangoz delikanlı saatlerce yürümüş. Hiç mola vermeden. Çünkü bir an önce sevdiği kıza kavuşmak, acısını dindirmek istiyormuş. Sonunda varmış dağa. Dağdaki ejderhayı aramaya koyulmuş.

Bir ara, kayaların arasından karşısında kocaman ejderhayı görmüş. Daha kılıcına davranmadan, ejderha ağzından ateşler püskürterek delikanlıyı yakmış. Delikanlının kılıcı elinden düşmüş. Sırtındaki gürzüne eli varamamış. Derin bir “Ahhhh” çekmiş ta içinden. Bu ah tüm gökleri kaplamış. Öyle yüksek bir ah çekmiş ki delikanlı, evinde anası duymuş. Anası oğlunun öldüğünü anlamış.

“Allahım,” demiş kadın. “Benim oğlumu yakan ejderhayı da yak, karataşlara döndür”.

O anda büyük bir patlama olmuş. Ejderha yanarak parçalanmış. Parçaları dağın her tarafına dağılmış karataş olarak. Dağ tamamen kararmış. O günden sonra buraya Karacadağ denilmeye başlanmış…

Malhan Hazinesi

 

Malhan Hazinesi Efsanesi

 

Bayındır Han zamanında Ahlat’ta fakir bir aileye mensup bir ana ile oğlu yaşarmış. Bu ailenin geçimini, çobanlık yapan oğul sağlarmış. Bir gün Ahlat’ın meydanlık mezarlığı semtinde hayvanlarını yaydıktan sonra vakit de öğlen olduğundan, yemeğe oturur. Yemeğini yedikten sonra eline aldığı bir küçük ağaç parçasıyla vakit geçsin diye toprağı eşmeğe başlar. Toprağı eşerken ufak bir delik açılır. Bunu merak eden çoban, deliği genişletmeye başlar. Bir müddet sonra genişleyen delik, kuyu halini alır. Kuyudan aşağıya doğru bir merdivenin indiğini gören çoban, korku ve heyecan içinde merdivenden aşağıya iner. Aşağıya inen çoban kendisini bir salonun içinde bulur. Salona açılan birçok odalar ve odaların kapılarının üzerinde anahtarlar görür. Anahtarları alıp odaların kapılarını açan çoban, çeşitli süs eşyalarıyla altınla dolu bir hazine görür. Hemen dışarıya çıkarak deliğin ağzını kapatır, yeri belli olsun diye bir işaret bırakır.

Akşam eve gelen çoban, annesine Bayındır Han’ın kızını istemesini söyler. Hayrete düşen anne oğluna, böyle bir şeye nasıl cesaret ettiğini söylerse de çoban isteğinde diretir. Sonunda ısrarlar karşısında mecbur kalan anne, Bayındır Han’a giderek kızını oğluna ister. Bu isteğe gülen Bayındır Han işi şakaya dökerek; “benim sarayım gibi bir saray yapar, bir altın mutfak takımı, bir altın kahve takımı, bir altın beşik ve çeşitli altından süs eşyalarını getirir, bütün ülkenin davet edildiği, kırk davul ve kırk zurnanın çalındığı, kırk gün kırk gece süren bir düğün yapılırsa kızımı oğluna veririm” der. Kadın Bayındır Han’ın bu şartlarını oğluna iletir. Oğlu da şartsız olarak Bayındır Han’ın isteklerini kabul eder.

Kadın oğlunun, ileri sürülen şartları kabul ettiğini Bayındır Han’a bildirir. Daha evvel şaka yoluyla da olsa söz veren Bayındır Han’da istemeyerek kabul eder. Çoban Bayındır Han’ın bütün isteklerini yerine getirir, düğün yapılır. Bayındır Han bu çobanın büyük bir hazine bulduğuna inandığından, kızından hazinenin yerini öğrenmesini ister. Evlendikten sonra kadın kocasına bu kadar altını nereden bulduğunu sorduğunda kocası; büyük bir hazine bulduğunu söyler. Kadın hazineyi merak ettiğini, mutlaka görmek isteğini söyleyince; kocası kadının gözlerini bağlayarak hazinenin olduğu yere götürür. Gözleri açılan kadın hayretler içinde hazineyi seyretmeye başlar. Bu arada dışarıdan bazı seslerin geldiğini duyan kadın, kocasına bu seslerin nereden geldiğini sorar. Kocası da; “Bu sesler su içmeye giden babanın atlarının sesidir.” der. Çoban, karısının gözlerini tekrar bağlayarak eve getirir. Kadın da olup bitenleri babasına anlatır.

Sonunda Bayındır Han damadını saraya davet ederek hazinenin bulunduğu yeri söylemesini ister. Damat gelmeden önce cellat başını çağırarak; damadı korkutmasını, başını taşa bırakarak keser gibi yapmasını bildirir. Bayındır Han’ın bütün ısrarlarına rağmen damat hazinenin yerini söylemez. Sonunda sinirlenen Han, daha önce cellat başıyla anlaştığı gibi damadın kafasını kesmesini ister. Emri yanlış anlayan cellat başı, gerçekten damadın kafasını keser. Olaya çok üzülen Bayındır Han, cellat başının kafasını kestirir.

Gerek atların su içmeye gittiği yön ve gerekse kızının anlattıklarından hazinenin Mal Han isimli hanın yakınlarında olduğu tahmin edilir. Bütün aramalara rağmen hazinenin yeri bulunamaz. Halen Ahlat’ta bu hazinenin varlığına inanılmaktadır.

Ferhat ile Şirin

 

Ferhat ile Şirin Efsanesi

 

Genç Ferhat, Amasya Sultanı Mehmene Banu’nun kız kardeşi Şirin’e tutulmuştur ilk gördüğünde. Yiğittir, delikanlıdır, söz dinlemezdir. Mesleği de nakkaşlıktır. Yani dönemim saray ve dini yapılarının duvar süslemelerini yapar. Onun süslediği saraylar için Şirin’e olan aşkından dolayı güzel oldukları söylenir.

Ferhat, zamanı geldiğinde Şirin’i istemeye gönderir ailesini. Mehmene Banu, Şirin’den önce görmüştür Ferhat’ı ve aşık olmuştur. Kız kardeşini de çok sever, onun üzülmesini de istemez ama aşkı kardeş sevgisinden güçlüdür. Kız kardeşini vermek istemediği için, Ferhat’ın yapamayacağını düşündüğü bir şey ister. Der ki; “Şehir’e suyu getir, kızı vereyim”. Delikanlı hiç iki bir etmez, alır eline kazmasını, düşer yollara. Fakat suyu şehre yönlendirebileceği en uygun yer bugün Şahinkayası olarak bilinen yerdir ve çok da uzaktadır.

Ferhat yine de gider ve vurur kazmayı. Kayalar kırılır, ufalanır. Taş taş üstünde bırakmaz Ferhat. Koca dağı yararak ilerler. Zamanla yol verir dağ, suya. Bu durumu öğrenen Mehmene Banu, bir cadı buldurur ve ondan Ferhat’ı durdurmasını ister. Cadı düşünür taşınır ve bir yolunu bulur. Gider genç delikanlının yanına. Kazmasını kayalara vurmakta olan Ferhat’a seslenir; “Ne vurursun kayalara böyle hırsla.. Şirin’in öldü, bak sana helvasını getirdim”

O anda aşk ateşiyle yanıp kavrulan Ferhat, beyninden vurulmuşa döner, “Şirin yoksa bu dünyada yaşamak bana haramdır” der ve kazmasını fırlatır göğe doğru. Kazma da döner gelir, düşer Ferhat’ın başına. Son nefesini veren gencin bedeni, şehre getirmeye çalıştığı sularla birlikte dökülür kayalıklardan.

Bunu duyan Şirin de gelir kayalıklara. Bakar ki sevdiğinin bedeni suyun içinde cansız yatıyor. O da atar kendini kayalıklardan. Uzanır, yatar Ferhat’ın yanına.

Su şehre gelmiştir ama iki seven yoktur artık. Ahali iki sevdalının bedenlerini yanyana mezarlara gömer. Rivayet odur ki, her mevsim 2 mezarda da 1’er gül açar bütün ihtişamıyla. Ama 2 mezar arasında da bir kara çalı çıkarmış sevenleri ayırmak için…

Pamukkale Travertenleri

 

Pamukkale Travertenleri

 

Denizli’nin Çökelez Dağı’nda yamaçlarda yaşayan çok fakir bir oduncu ailesi varmış. Bu oduncu ailesinin bir tane de çok ama çok çirkin bir kızları varmış. Bu kız o kadar çirkinmiş ki anneler oğullarını uyarırlarmış aman böyle bir kızı gelin getirme diye. Hatta anneler bu kızı yolda görseler bizi görmesin diye yollarını değiştirirlermiş. Bu kız için para hiç dert değilmiş ve dalga geçenlere hiç aldırış etmiyormuş ama çirkinliğini yüzüne vurmaları artık canına tak etmesine neden olmuş. Bir gün bu çirkin kız dağın tepesine çıkmış ve kendisini aşağıya doğru bırakmış.

Fakat bu kız biraz şanslıymış ve içi su ve tortuyla dolu bir su birikintisine düşmüş. Buraya düşünce bilincini kaybetmiş ve suların içinde baygın bir şekilde bir süre kalmış. Fakat bu su kızın cildine o kadar iyi gelmiş ki adeta harika bir kız yapmış. Burada baygın şekilde yatarken, Denizli Beyi’nin yakışıklı oğlu buradan geçiyormuş ve kızı farketmiş. Kızı hemen sırtladığı gibi atının üstüne almış ve köyüne götürmüş. Köyde kıza çok iyi bakılmış ve kız iyileşmiş. Daha sonra Denizli Beyi’nin oğlu ile zamanında çirkin olan bu kız evlenmişler. O günden sonra kızın burada güzelleştiğini duyan kadınlar buradaki termal sulara girmeye başlamışlar.

Anavarza Efsanesi

 

Anavarza Efsanesi

 

Vaktiyle Anavarza, yiğit insanların ve güzel kızların yaşadığı büyük bir şehirmiş. Dıştan gelecek tehlikeye karşı koyabilecek durumdaymış. O zamanlarda şehirde yaşayan taş ustaları, taştan oymalarla evleri ve meydanları süsler, insana şaşkınlık verecek, hayranlık duyulası eserler yaratırlarmış. Gündüzleri, halk kentten çıkar, tarlada-bayırda işini görür, akşam olduğunda ise kente geri dönermiş. Halk, bu güzel kentte huzur içinde yaşarmış. Akşamları her ev, kahkahayla dolarmış, ağıtlar şarkı diye söylenirmiş. Halk mutluymuş, günler böyle gelir geçermiş. Anavarza Kralı’nın akıllı mı akıllı, güzel mi güzel bir kızı varmış. Birgün Sis Kralı’nın elçisi, Anavarza Kralı’na gelmiş ve “Ulu Sis Kralı adına, yüce Anavarza Kral’ına saygılarımı sunarım.” demiş. Söyle bakalım, ne diler kralın bizden?” deyince elçi: “Kralım kızınızı oğlun ister.” demiş Sis kralının elçisi ve kentin huzuru kaçmış. Kral “Ya istediğini kabul etmezsem?” demiş. Elçi “Kızınızı kralımın oğluna vermezseniz, krallığınıza savaş açılacağını bildirmekle de görevli bulunuyorum.” demiş.
Sis Kralı’nın elçisi gidince, bu defa da Misis Kralı’nın elçisi kapıya dayanmış. O da kızını Misis Kralı’nın oğluna istemeye gelmiş. O da aynı istek ve tehditlerde bulunmuş. Anavarza Kralı, çok halim selim, iyi yürekli bir insanmış. Ne yapacağına karar verememiş ve kara düşüncelere dalmış. Kızını bu krallardan hangisinin oğluna verse, diğeri yine kendi halkına savaş açacak, belki de ülkesi elden gidecekmiş. Hiçbirine vermezse, bu defa da iki ülke halkı ile savaşmak zorunda kalınacakmış. Kara kara düşünüp durmuş.
Kız, babasının haline çok üzülmüş. Kara düşüncelere dalan babasına, “Bana derdini niçin açmazsın?” diye kahırlanmış. Kral, “Kızım, güvercin topuklu yavrum, Sis Kralı elçi göndermiş, oğluna seni ister. Misis Kralı da elçi göndermiş. O da oğluna seni ister. Vermezsem savaş açılacak, hangisine tamam desem, yine de olacağı bu. Ne yapmalı, bilemedim!” demiş.
Kızı gülmüş ve “Ondan kolay ne var, babacığım!”, demiş. “Şeytan bile çözemez bu düğümü kızım?” demiş kral.
Kızı da “Kral babam, bundan kolay bir şey yok! Dersin ki onlara ‘Ben kızımı veririm, veririm ama, bir şartım var. Anavarza’nın suyu az. Buraya bol suyu önce kim getirirse, onun oğluna kızımı veririm.’ Onlara öyle söyleyin siz. Gerisine karışmayın.” “Bak işte bunu hiç düşünmemiştim. O zaman savaşsız çözeriz bu işi.” demiş kral. “Elbette babacığım. Halkımız rahat, huzur içinde yaşıyor. Onların benim yüzümden acılara katlanmalarını, ölmelerini istemem hiç.” demiş kız.

Her iki kralın elçileri, Anavarza Kralı’nın kararını öğrenmek üzere Anavarza’ya gelmişler. Kral onlara “Anavarza’ya bol suyu ilk getirenin oğluna kızımı vereceğim. Kararımı krallarınıza böyle iletiniz.” Demiş. Elçiler, bu kararı hemen kendi krallarına iletmişler. Bunun üzerine, Sis Kralı yukarıdan, Misis Kralı da aşağıdan başlamış su yolunu yapmaya. Sis Kralı su yolunu yontma taşlardan, çok güzel, sağlam biçimde yaptırmaya uğraşırmış. Bu yüzden işi gecikirmiş. Misis Kralı da kerpiçten yaparmış su yolunu. Bu yüzden Misislilerin su yolu çabuk ilerlemiş. Misislilerin su yolunun kente yaklaşmakta olduğunu gören kızı almış bir üzüntü. Meğer içten içe yiğitliğini duyduğu Sis Kralı’nın oğlunu severmiş. Ona adamlar göndermiş: “İyiye kötüye bakma. Elini çabuk tut, su yolunu bir an önce bitir!” demiş. Ama taş yol bu peynir değil ki, doğrana; çamur değil ki, sıvana. Sonunda Misislilerin yolu bitmiş. Su gelmiş kentin kapısına dayanmış. Dayanmış dayanmasına, ama kız buna dayanamamış. Sevmediği biriyle evlendirilmektense, canına kıymaya karar vermiş ve kendisini kayalıklardan aşağıya atmış.
Derler ki, Anavarza o günden sonra bir daha şenlik nedir bilmemiş.
Neşe dolu kahkahalar, kentin evlerinden bir daha hiç yükselmemiş…

Ali Göl Efsanesi

 

Ali Göl Efsanesi

 

Eski devirlerde Elbistan’a hakim olan iyi idaresi ile ün salmış bir bey vardı. Bey, kendinden sonra beyliğin devamı ve bekâsı için kız ve erkek çocuklarının yetişmesine son derece önem verir, onları idârî, siyâsî ve askerî alanda yetiştirmeğe çalışırdı.

Bu nedenle üç kızı ehliyetli kişilerden ders alır, savaşın bütün inceliklerini öğrenerek iyi ata biner ve güzel kılıç kullanırlardı. Babaları, bazı savaşlara tecrübeleri artsın diye beraberinde götürürdü .İşte böyle bir savaş anında, askerler içerisinde yiğitliği ve kahramanlığı ile ün salan bir asker, tehlikeli durumda beyin’in küçük kızını kurtarmış ve savaş dönüşünde ilişkileri devam ederek aşık olmuştu. Gel gör ki “Bey kızı, bey oğluna layıktır.” Fakat aşk, ferman dinlemez. Çeşitli aracılarla beyin gönlü hoş edilir. Kız, evet demesine der, ama bir de evleneceği kişinin bütün oba halkına yiğitliğini, cesaretini duyurmasını ister ve şu şartı ileri sürer. Der ki: “Nurhak dağında gölün yakınında bir mağara vardır, benimle evlenecek kişi o mağarada kırk gün beklemeli.”

Bunu duyan yiğit delikanlı, atıyla beraber mağaraya varır. Hâlen mevcut olan mağarada ancak otuz iki gün kalabilir. Kırk gün geçtikten sonra dönmeyince aramaya çıkarlar ve mağarada atıyla birlikte ölüsünü bulurlar. Neden öldüğü uzun süre araştırılır. Nihayet mağara kapısında bulunan taşta şu yazıya rastlanır “BEN VE ATIM NE AÇLIKTAN NE KORKUDAN ÖLDÜK, BİZ İNİLTİDEN ÖLDÜK.” Sözü geçen mağara, hâlen mevcut olup, sonuna kadar gidilememekte ve kulakları tırmalayıcı bir uğultu, sonuna gitmeye engel olmaktadır. Halk, bu mağaraya inleyen mağara demiş ve çevre köyler tarafından kutsal sayılmıştır.

İnanışa göre mağaranın önündeki oyuk taş Ali’nin atının yemliğidir. O günden sonrada mağaranın yakınındaki göle ALİ GÖL’ü denir.

Av. Batın Yılmaz

Potansiyel bir iş sözleşmesini yansıtan yukarıdaki şartlar yalnızca ek tartışmalar için bir temel olarak sunulmuştur ve yasal olarak bağlayıcı bir yükümlülüğü yoktur. Tüm tarafların dahil olduğu bir sözleşme son haliyle yazılı olarak yapılmadıkça yasal olarak bağlayıcı hiçbir yükümlülük oluşmayacak, olduğu ima edilmeyecek ya da olduğu sonucuna varılmayacaktır.

İlgili Makaleler

31 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu